30 Kasım 2009 Pazartesi

Mutluluğun resmi

Mağazanın ofis bölümüne geçerken biraz tedirgin biraz da heyecanlıydım. Diğer müşterilerin hiç giremediği ve hatta varlığını bile bilmedikleri bu kısma ben girebiliyor, kapıdaki “Görevli dışındakiler giremez” yasağının dayanılmaz cazibesiyle kapıdan içeri geçiyordum. Görevsiz biri olarak görevlilerin kısmına geçebilme sebebim sadece iş yeri sahibinin eski bir tanıdığımız olmasıydı. Lüks gözüksün diye parlatılmış, sahte deri kokulu koltuklara yayılırken bana “Çay içen mi yiğenim?” diye sordu. “Yok sağ olun, gerek yok.” dedim. Aslında çay içmeyi istiyor olsam da beni çaydan daha çok meraklandıran şey onun makam koltuğunun arkasındaki devasa soyut resimdi. Neden böylesine önemli bir duvara bu resim seçilmişti. O eskilerin esnafı edasının altında modernist bir kişilik mi vardı?, Sanatla ne kadar ilgiliydi? 30 yıldır kesmediği bıyıklarına, şiveli konuşmasına, muhafazakar duruşuna aldırmadan sanat için cüretkar pozlar verebilir miydi mesela? Yıllarca O’nu yanlış mı tanımıştım? Kafamda bu sorular dolanıp dururken bu durumu anlamış olacak ki o da dönüp resme baktı.

“Nası olmuş yiğenim?” dedi, gördüğüm sanat tarihi derslerine ayıp olmaması için, “Renkler ustaca kullanılmış ancak hatlardaki kararsızlıklar da gözden kaçmıyor, belli ki kaotik bir ortam vurgulanmak istenmiş” gibi birkaç cümle uydurmak istedim. Ama ben bu cümleleri hazırlarken o “Ben yaptıydım, adı mutluluğun resmi” deyince ikinci kez şok oldum. Devamında da şu açıklamayı yaptı:
“Dükkanı çıraklara bırakınca onlar çeviriyolar bana da çalışmak zor geliyo zaten artık. Gün boyu burda bilgisayar başında zaman geçiriyom. Bilgisayarda yapabildiğim tek şey solariteyi açıp oynamak. Benim için mutluluk artık solariteyi bitirince o iskambil kağıtlarının ordan oraya zıpladıkları anı izlemekten ibaret. Zaman zaman oyunda başarısız olduğumda dönüp bu resme bakar kendimi tatmin ederim.”

“Abi, ben aslında bir çay içerim” dedim, çayım geldi ve her ikimiz de mutlu olduk.